Şair Yusuf Aslan
İSTİKLAL MARŞINA İTHAFEN
Bir askerin diğer bir askere nasihatı!
Yedi düvele karşı çok çetin ve zor şartlarda Atalarımızın savaş ettiklerini, İstiklal marşımızın nasıl yazıldığını ve ne anlama geldiğini sana anlatmak istiyorum. “diyerek söze başlamıştı asker!
İstiklal savaşı mücadelesinin başladığı o zamanlar “Cephede top mermilerinin sesleriyle düşman askerleri hem irkilip hem de korkudan attıkları çığlıkları top mermilerinden daha fazla yankılanıyordu.
Düşman askerlerinin çığlıklarını duyan kahraman Türk Mehmetçiğin / gecenin ay ışığında) gözlerini yüksek bir tepenin üzerindeki Türk sancağına, ellerini de semaya doğru açarak Allaha dualar ediyor,
Ağzından duyulur duyulmaz bir sesle mırıldanarak; (Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak) diyordu.
Memleketi dört bir yanından düşman askerleri kuşatmış, Padişah ne yapacağını şaşırmış tek başına yapayalnız kalakalmıştı.
İşte tam o sırada "Mavi gözlü" bir Türk evladı vatanına sahip çıkmak için, sanki de özel olarak bu topraklara gönderilmişti.
Türk Mehmetçikleri, ordunun başına geçen "Mavi gözlü" komutanlarının bu ülkeyi düşmanların elinden kurtaracağına inanıyorlardı.
İşte o iman ve o güçle, yine sessizce mırıldandı.
(Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak)
Hem böyle düşünüp hem de böyle mırıldanarak, ay ışığında top mermilerini sandıktan alarak sırtlayıp sırtlayıp top makinasının namlusuna yerleştiriyor,
Top mermilerini namluya sürerken aynen şöyle diyordu.
(O benim milletimin yıldızıdır parlayacak! )
(O benimdir, o benim milletimindir ancak! )
Böyle dedikten sonra, Allah’ım sen bu milleti namertlerin eline koyma, sen bu milleti zeval duruma düşürme" Allah'ım sen bu milleti utandırma, bizleri muzaffer eyle" diyerek top makinasının tetiğine dokunduğunda yeri göğü inleten gürültülü bir ses ile ortalığı hem barut kokusu hem de düşman tarafından çığlık sesleri alıyordu.
Bir müddet sonra, hava şartları değişmiş, bir kara bulut süzülerek Türk askerlerinin bulunduğu cephenin üzerine doğru gelip öylece kalakalmış,
Semadaki ay kara bulutların yüzünden gözükmez hale gelmişti.
Kara bulutların yüzünden ortalık bir anda kararınca, top mermilerini taşımakta zorlanan asker yine ellerini semaya açarak şöyle diyordu.
(Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal)
(Kahraman ırkıma bir gül. Ne bu şiddet, bu celâl?)
Böyle mırıldandıktan sonra, kendi izanıyla top mermilerini yerinden alıp sırtlayarak, düşe kalka top makinasının yanına gitmeyi başarmış,
o iman ve o güçle mermisini namluya süren askerimizin parmağı bir kere daha tetiğe dokunmuştu.
Askerimizin parmağı tetiğe dokunur dokunmaz, bir gayretle topun içindeki mermiyi patlatınca, top makinası o basınçla yere yapışıp daha sonra göğe doğru yükselerek etrafını toz dumana bürümüştü.
Etrafını toz dumana bürüyen top mermisinin düştüğü yerde ise bir çığrışmalar, bir kaçışmalar, hatta o yerlerde bir yangın meydana gelmişti.
Deyim yerindeyse düşman askerleri can havliyle can derdine düşmüş, keklik cücükleri gibi sağa sola dağılıp kaçışmaya başlamışlardı.
Mermisini patlatan askerimiz, tekrar ellerini semaya doğru açıp şöyle diyordu.
(Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.)
(Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.)
Ancak top mermilerinin karşı düşman tarafına verdiği zaiyatı ve vatan için, yaptığı başarılı atışlarını aklından geçirip, düşündükçe gözleri de ışıl ışıl ediyordu.
Daha sonra, bir hayli ciddileşip ellerini havaya kaldırarak hey hat diye bağırdıktan sonra,
( Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;)
(Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!)
Diye naralar savurarak başını semaya doğru çevirdiğinde, Semayı kaplayan o kara bulutların çoktan çekip gittiğini görmüştü.
Sabah ezanının sesleri de yakın köylerden gelmekteydi.
Az kalmıştı günün ışımasına!
Ancak arada birde karşı düşman tarafından Türk askerlerinin sağına soluna mermiler düşmekteydi.
Düşen o mermilerin parçalarıyla askerlerimizde yaralanıyor,
Yaralanan askerlerimizi revire götürmek için, sıhhiye bölüğü canla başla görev yapıyorlardı.
Sıhhiye erleri ellerinde sedyelerle yaralanmış askerlerimizi almak için, taarruz bölgesinden geriye alınan yaralı askerlerimizi alıp alelacele revire götürmektelerdi.
Sıhhiye erleri yaralı askerleri revire götürürken hepsinin de ağızlarından çıkan tek bir ses vardı.
(Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. )
(Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. )
Böyle içten ve samimi olarak Allaha iman etmiş askerlerin, hatta böyle bir askeri birliğin önüne, düşman askerlerini bırak ta, dünyada hangi güç geçebilirdi ki, tabi ki imanı güçlü olan bir milletin askerlerinin koluna hiç kimse zincir vuramazdı.
Revire tez elden yetiştirilen askerlerimiz doktorlar tarafından hemen yaraları temizlenip, ilaçlanıp tedavileri yapılmaktaydı.
Kollarında, bacaklarında veya kaburgalarında kırığı çıkığı olan askerlerimizin kırık yerleri alçıya alınıp sargıları sarıldıktan sonra, revire yatırılıyordu ama kırığı çıkığı olmayan askerlerimiz, doktorlarından izin isteyerek tekrar cepheye dönmek arzusu içinde olsalar da, yaralı oldukları için, doktorlar tarafından müsaade edilmemekteydi.
Düşman askerleri ise bir devletin askeri ordusu değil, bir kaç devletten oluşan askeri ordudan ibaretti.
Zaman, zaman öyle bir hal alıyordu ki;
Sağdan solda, dört bir yandan Türk askerlerinin başına gökten yağmur yağar gibi mermiler yağıyordu.
Bütün civarı /bütün memleket topraklarını karış karış bilip te düşman askerlerine Türk topraklarını dar ederek cehenneme çeviren Türk askerleri, düşman askerlerinin başlarına yağdırmış oldukları mermilerden bi hayli yaralanmanın haricinde şehitlerde vermektelerdi.
Bunlardan bazıları Sivaslı Mehmet, Malatyalı Yusuf, Trabzonlu Ahmet memleketin dört bir yanından daha nice, nice askerlerimiz şehit olmuşlardı.
Şehitlerimizi gören diğer askerlerimizin içindeki azimden, hırsından ve gayretinden olacak ki, düşmanın üzerine hücum ederek şöyle diyorlardı.
(Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.)
(Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. )
Bunu böyle söyleyen Türk askerleri Allah, Allah nidalarıyla düşman hattına girerek göğüs göğüse çarpışmaya başlamışlardı.
Yörenin acemisi olan düşman askerleri Türk askerlerinin kendilere karşı süngülerle savaşmaya geldiklerini gördüklerinde şaşırıp kalmışlar,
Kaçacak, saklanacak hiç bir yerde bilmedikleri için, başlarına gelecek her türlü ölüme, alın yazısına, bir bakıma kaderlerine boyun eğmişler,
O şaşkınlık içinde ellerini alınlarına, göğüslerine ve sağına soluna götürmek suretiyle haç ve günah çıkarıyorlardı.
Nitekim göğüs göğüse çarpışan Türk ve düşman askerleri bir müddet çarpıştıktan sonra, her iki taraftan bir hayli zaiyat / şehit verilmiş olsa da düşman askerleri bulundukları yerlerden püskürtülerek - yüksek bir yere Türk bayrağını diken askerimizin ağzından çıkan sözleri aynen şöyleydi?
(Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,)
('Medeniyet! ' dediğin tek dişi kalmış canavar? )
Asker bu sözlerini sadece içinden söylemişti ama kendine göre içinden söylemişti?
Halbuki askerin tepenin başında söylediği o sözlerini aşağıda ki bütün asker arkadaşları olsun, komutanları olsun, hepside duymuşlardı.
Askerin ağzından çıkan o güzel sözlerini duyan komutanda gözleri dola dola
(Türk askerine verdiğin bir emri yerine getirmek için, gözünü kırpmadan canını verecek kadar onurlu bir askerdir) demekteydi.
Asker tepenin en yüksek yerine bayrağı diktikten sonra, aşağıya inerek komutanına, Komutanım bayrağımızı tepenin en yüksek yerine diktim.
Allah’ın izniyle o bayrağı oradan hiç bir kuvvet indiremeyecek deyip selamını çakarak tekmilini vermişti.
Askerin tekmilini alan komutan, askerlerine bir emir daha vererek, askerlerim ilk hedefiniz düşman mevzilerine sızmak ve düşmanın cephanelerini imha etmektir" diyerek çok önemli ve çok tehlikeli bir görevi daha askerlerine vermişti.
Zaten askerlerinde tek bir hedefi vardı.
O'da "Ya istiklal ya ölüm'dü.
İstiklali olmayan bir milletin hür yaşaması olanaksızdı. Bunu idrak eden askerler mutlak surette düşman mevzilerine gizlice sızıp gerekli tahribatı vereceklerdi.
Gecenin zifiri karanlığında giderlerken birbirlerinin kulağına
(Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;)
(Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. )
Böyle söyleyerek sanki de hepsi birden bu vatanı düşmanın elinden kurtarmak için ant içiyorlardı.
Komutanları olan yüzbaşının gözleri de görmek için, karşıki düşman cephesinden gelecek patlama seslerini heyecanla beklemekteydi.
Nihayetinde düşman mevzilerinde şiddetli patlamalar meydana gelmeye başlamıştı.
O patlamanın sesleri olsun, çıkan yangınlar olsun, Türk mevzileri tarafından hem görülüp hem de işitiliyordu.
Son dinamitini yerleştirip patlatmaya hazır olan askerin ağzından çıkan son sözleri aynen şöyle çıkmıştı.
(Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın, )
(Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.)
Aynen böyle dedikten sonra, dinamitin fitilini ateşlemişti.
Ateşlemişti ama kendiside düşmanların başına yıktığı enkazın altında kalarak şehit olmuştu.
Bir görevi tamamlayıp da tekrar birliklerine dönen askerlerin sayımında,
Yozgatlı Mehmet in olmadığını gören komutan, Mehmet in yanındaki arkadaşından Mehmet’i sorduğunda, Mehmet’in dinamiti patlattığında kendisinin de orada şehit olduğunu öğrenmiş hatta komutan, Yozgatlı Mehmet in şehit olduğunu öğrenince gözleri dolu, dolu olmuştu.
İçinden gelen bir reflekse geriye dönüp hızlı, hızlı adımlarla revir hastanesine doğru yürümeye başlamıştı.
Revire vardığında komutanı tanıyan bütün doktorlarında yüzlerinden duydukları acıları belli oluyordu, verdiğimiz şehitler düşündüğümüzden daha fazlaydı.
Komutan doktorlarla birlikte şehitlerin yattığı morg bölümüne girerek sıra, sıra yatan elleri kınalı Mehmetçikleri görünce, her birine sarılarak hüngür, hüngür ağlamaya başlamıştı.
Komutan, elleri kınalı Mehmetçiklerin / ana kuzularının başlarında ağlarken bir taraftan da her birinin başlarını saçlarını okşayarak gözyaşları içinde o'nları teker, teker öpüyordu.
İşte tam o sırada komutanın ağzından dökülenler şöyleydi?
(Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı! )
(Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.)
Doktorlar komutanı, onlarca şehidimizin başından güçlükle ayırabilmişler,
Komutan askeri revirden ayrılır ayrılmaz gözyaşları içinde bir hızla askeri birliğine geri gelmişti.
Komutan askeri birliğine geldiğinde, sadece kasaturaları ve çakma tüfekleri olan Mehmetçikler komutanlarını bekliyorlardı ki düşman mevzilerine hücum edeler.
Askerlerinde bu azimli durumu gören / sezen komutan belindeki silahını çıkararak, askerlerine şu emri vermişti.
Askerlerim ilk hedefimiz düşmen birlikleri.
Komutanın ağzından çıkan (Askerlerim İlk hedefimiz düşman birlikleri) sözünü duyan askerler, Allah, Allah nidalarını söyleyerek, komutanlarıyla birlikte düşman mevzilerine hızla girmişler, şiddetli bir çarpışmaya maruz kalan düşman askerleri neye uğradıklarını şaşırmışlardı.
Türk topraklarını düşmanların elinden geri almak için göğsünü siper eden, canlarını hiçe sayan askerlerimiz, düşman tarafına haddinden fazla zaiyat verdikleri gibi, Türk askerinden de pek çok şehit vermişlerdi.
Komutan yanında şehit olan askerlerini gördüğünde, eğilip şehitlerin kulaklarına şöyle sesleniyordu.
(Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Diyordu. Diyordu ama içindeki o iman ve azimle bu cennet vatanı düşmanlara teslim etmeyeceklerinin andını içiyordu.
Komutan askerlerine benim elleri kınalı ana kuzularım, aslanlarım, canlarım, yavrularım, yiğit askerlerim bu savaş meydanında ölmek var dönmek yoktur, vurun askerlerim vurun yiğitlerim düşman askerlerine" diye emirler veriyordu ve kendiside aynı iman ve güç'le düşman askerlerine son darbesini indiriyordu.
Komutanın zaten emirde vermesine gerekte yoktu.
Askerler bu vatanı kurtarmak için, ölmeye dahi çoktan razılardı.
Askerlerin canla başla çarpıştıklarını gören komutan, başını göğe doğru kaldırarak, Ya Rab!
(Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? )
(Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! )
Diyordu.
Düşman birlikleri Türk askerlerinin gücünü kuvvetini ve azmini gördükçe, kendilerinin imanı ve azmi zayıflayıp - yaralılar ve şehitler vererek geriye doğru kaçmaya başlamışlardı. Ama nereye kadar kaçacakları ki?
Çünkü bu güzelim memleketin yabancılarıydılar.
Düşmanın elinde bulunan o bölgeyi de düşmanlardan geri alan Türk askerleri, kendi yaralılarını sırtlayarak revire doğru götürenler olduğu gibi, Cephede canla başla savaşarak şehit düşen elleri kınalı ana kuzularını, sıhhiye birlikleri teker, teker alıp Askeri revirin morg bölümüne taşıyorlardı.
Türk birlikleri her ne kadar yaralı ve şehit verseler de, türlü hilelerle düşmanların eline geçmiş vatan topraklarını teker, teker almaları, Türk milleti tarafından taktirle karşılanmaktaydı.
Revirde yatan yaralanmış bir Mehmetçik, doktoruna şöyle sesleniyordu.
Sayın Doktorum.
( Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, )
(Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.)
Diyordu.
Askerin ağzından çıkan bu güzel cümleleri duyan doktor’da askerin başını okşayıp yüzünü öperek kulağına eğilip Vatanına, Bayrağına, Toprağına, Milletine bağlı Sizler gibi vatan evlatları oldukça bu toprakları, bu vatanı hiç kimse alamaz, hiç kimsenin de gücü yetemez zaten" diyordu.
Böylece Türk askerlerinin içindeki vatana olan aşkı, bağlılığı ve imanının gücü ortaya çıkmış oluyordu.
Türk ordusuna gönül vermiş vatan evlatları cephede düşman askerleriyle göğüs göğüse çarpışırken,
Öte taraftan vatanına milletine bağlı Türk topraklarının yegane sahipleri olan, asil Türk Milletinin de üstün gayret ve çabaları vardı.
Türk milletinden kimileri kağnı arabalarıyla cephanelikten aldıkları mühimmatları cepheye doğru götürüyorlardı.
Sarı öküz ile kara öküzün kağnı arabasını çekerek götürürken çıkardıkları gıcırtıları en az beş yüz metre ileriden veya geriden duymak mümkündü.
Meşakkatli bir yolculuğun ardından teslim aldıkları mühimmatları cephenin geri tarafına kurulmuş karargaha teslim ettikten sonra, o gayret ve iştahla tekrar Sarı öküz ile kara öküzün yönünü cephaneliğe doğru çevirip yola koyuluyorlardı.
Kağnı arabalarının kimini erkekler, kimini de anlı açık yüzü pak, gözü kara kadınlar sürüp gidiyorlardı.
Kağnı arabalarını süren kahraman Türk kadınlarının hep birlikte ağızlarından çıkan tek bir söz vardı.
(Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:)
(Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! )
Kahraman Türk kadınlarının eşleri olsun çocukları olsun, ülkede ne kadar eli silah tutan insanlar varsa hep birlikte gönüllü olarak askere gitmek için, Askerlik şubelerinde kayıtlarını yaptırmış ve topluca askere gitmişlerdi.
Teslim oldukları kışlalarından hangi cephede savaşa katılacaklarsa, o bölgeye doğru gidip, düşmanlarla sıcak teması sağlıyorlardı.
Kadınların kimileri çocuklarına ağlarken kimileride eşlerine ağlıyorlar, bu ağlayan kadınların haricinde, bazı kadınlarda gönüllü olarak askere gidiyorlardı.
Bunlardan birisi olan "Kara Fatma" askeri rütbede alarak subaylık derecesine kadar yükselmiş olup, bölüğünde bulunan askerleriyle birlikte düşmana çok ağır zaiatlar vermektelerdi.
Kara Fatma ve emrindeki askerler sabah ezanı okunduğu sırada düşman askerleriyle kıyasıya çarpışırken, yaralanmış bir nefer Allaha dua ederken şöyle diyordu.
(Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- )
(Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. )
Ağzından zar zor çıkan bu sözleri söyledikten sonra, Kelimeye şehadetini getirerek gözlerini yummuştu.
Evet, Kars’lı Zekeriya da şehadet şerbetini içip hakka yürümüştü.
Kara Fatma komutan, Kars’lı Zekeriya’nın yanına gelerek, cebinden beyaz bir mendil çıkarıp hem Zekeriya’nın yüzündeki kanları siliyor hem de gözlerinden damla, damla yaşlar döküyordu.
Kara Fatma komutan askerin başında ağlarken birliğine bağlı olan askerler de birlikte ağlıyorlardı.
Yine elleri kınalı bir kuzu, vatanı için, düşman tarafından şehit edilmişti.
Bir taraftan düşmanlara dünya’yı dar eden Türk Mehmetçikleri, bir taraftan da şehitler vermektelerdi.
Düşman askerleri tarafından zaptedilen Türk topraklarını, düşman askerleriyle göğüs göğüse çarpışan Türk askerleri, alınmış topraklarını bir bir geri almaktalardı.
Sıhhiye birliğinden gelen sıhhiye erleri yaralı askerler ile şehit düşmüş olan askerleri sedyelerle götürürken, Kara Fatma komutan şehit askerin götürüldüğü sırada arkasından bakarken dudaklarından dökülen sözleri şöyleydi?
(O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.)
(Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; )
Nitekim Düşman tarafından bu ülkeyi kurtarmak için, bir hayli yaralanmış gaziler / askerlerimiz olduğu gibi, bir o kadarda şehitler vermiştik.
Kara Fatma komutan bir ara askerlerine, askerler tüfek çat dediğinde, askeri birliğe yeni katılan Safiye asker tüfekleri üç dal gibi mi çatacağız komutanım? dediğinde, Kara Fatma komutanda, evet safiye asker, üç dal gibi çatacaksın ve bundan sonra, senin adında Safiye yerine “Şarey Ana” olsun" demişti.
Allah bir millete yar ve yardımcı olacaksa, o ülkenin başına yiğit, cesur, kahraman bir lider gönderir.
Türk devletinin başına da "Mavi gözlü" Mustafa Kemali ve o'nun silah arkadaşlarını göndermişti.
Yurt sathında bütün birliklerde Mustafa Kemal'in nutukları okunarak askerlere moral kaynağı oluyordu.
Bütün yurtta, yaşlısının gencinin, askerinin, komutanının, yani her Türk vatandaşının gönlünde Mustafa Kemal sevgisi vardı.
Mustafa Kemal'in bir emriyle canını seve seve verecek nitelikteydi Türk askerleri.
Askerlerine Mustafa Kemal'in mektubunu okuduktan sonra, askerler hep bir ağızdan ant içer gibi, Hem Allaha hem de kendilerine söz verirken şöyle diyorlardı.
(Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım; )
(O zaman yükselerek arşa değer belki başım! )
Kağnı arabaları cephaneliğe gittiklerinin ertesi günü tekrar cepheye geri dönmüşlerdi.
Bu milleti hiç bir gücün yıkamayacağını düşman askerleri de çoktan anlamışlardı.
Yol boyunca kağnı arabalarının çokluğunun haricinde, onlarla birlikte gelen pek çok kadınlarda vardı.
Bu kahraman Türk kadınları çıkınlarında ekmek, yemek, testilerinde su, ayran, domates, biber gibi yiyecekleri de birlikte götürüyorlardı.
Türk milletinin bu birlikteliğini uzaktan da olsa, gören düşman komutanları, Türklerin bu birlikteliği, bu beraberliği, birbirlerine bağlılıkları var olduğu süre içinde Türk milletini ne bizler nede başka bir gücün yıkamayacağı asla mümkün değildir. “diyorlardı. Hatta geldikleri gibi geri gitmek zorunda kalmışlardır.
Nitekim cephede pek çok şehitler vererek, Mustafa Kemal ve o'nun silah arkadaşları tarafından yurt sathına yayılmış olan düşman askerlerini geldikleri gibi, geri göndermeyi başarmışlardı.
Cumhuriyet Rejimi 29 Ekim 1923’te Ankara’da İlan Edilmiştir.
Mustafa Kemal, Çankaya Köşkü’ne bir gece çağırdığı İsmet Paşa, Kazım Paşa ve Fethi Bey ile bir toplantı yaparak “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” demiştir.
Konu üzerinde fikir birliğine varılınca Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa anayasada değişiklik öngören bir kanun teklifi hazırlamışlardır.
Hazırlanan kanun teklifince:
-Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.
-Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir.
29 Ekim 1923 tarihinde Atatürk ve çalışma arkadaşlarının, Anayasanın bazı maddelerini değiştiren bu teklifi TBMM’de alkışlarla ve oybirliği ile kabul edilmiştir.
Böylelikle Anayasanın birinci maddesinde, "Türkiye Devletinin hükümet biçimi, Cumhuriyettir" ibaresine yer verilmiştir.
Bununla birlikte aynı günün gecesi, Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk olarak Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin İlanından sonra da sistem içinde varlığını sürdüren "Halifelik" de artık mevcut yeni rejim içerisinde gereksiz ve işlevsiz bir duruma düşmüştü.
Bu sebeple 3 Mart 1924′de Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve arkadaşlarının verdikleri bir kanun teklifi TBMM’de kabul edilmiş ve hilafet kaldırılmıştır.
Ankara'da böyle bir çalışmanın var olduğunun dışında, Birliğine çekilen askerlerimiz, ellerini semaya doğru açarak dileklerini şöylece dile getirmektelerdi.
(Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!)
Türk askeri her ne kadar şehitler verseler de, vatanlarını ve namuslarını düşmanların ellerine teslim etmediklerinden / bırakmadıklarından dolayı bu vatan için verdikleri şehitlerini minnetle şükranla anmaktalardı.
Daha sonra Atatürk, bir ülkenin bağımsızlığını ve istiklalini temsil edecek bir "İstiklal Marşı"nın olması gerektiğini dile getirerek "İstiklal Marşı" için bir yarışma düzenlenmiştir.
Yazılmış pek çok marşların içinden "Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı "İstiklal Marşı" 1. seçilerek "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin" resmi olarak "İstiklal Marşı" olmuştur.
Yusuf Aslan.
***************
-Kahraman Ordumuza-
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyet! ' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!
Mehmet Akif Ersoy
Yusuf Aslan
29. Ekim 1923 Yılında Cumhuriyetin ilanı ve "İstiklal Marşı" adına yazılmış bir makale.
Kendi metinlerinizi eklemek ve düzenlemek için, buraya tıklayın.
Bu konu bir hikaye anlatmak ve kullanıcılar sizin hakkınızda biraz daha bilgi sahibi olması harika bir yer değil mi?
10712969_765044820225892_8327781761245484747_n.jpg | _Fethiye.jpg | 10613061_1490822524506827_4891726403941541468_n.jpg |
---|---|---|
10628311_1490822891173457_5603924575214946395_n.jpg | 1476275_782026918481546_1443045189_n.jpg | 422336_461756237221420_1932113016_n.jpg |
69563_252329244926423_107628779_n.jpg | 1384394_1490822757840137_8303441501769428804_n.jpg | 10641228_1490822414506838_2609933341357203916_n.jpg |
1426662_10201834375934507_2081153317_n.jpg 2014-10-14-9:11:18 | 1175622_10151801859995139_1831910241_n.jpg | Fadik_kız_arka_kapak.jpg |
10387205_765045690225805_6116377543715860909_n.jpg | 10689611_765045713559136_4137582913150376435_n.jpg | 1454699_10151956202881380_1283844660_n.jpg 2014-11-29-10:39:58 |
Yusuf.jpg | 540136_208484249333064_1203294869_n.jpg | 1381616_209517032563119_1212218353_n.jpg |
1393021_10151886189335139_1765591610_n.jpg | 1459114_10151926200400139_1529578745_n.jpg |